:::::....RizeYazGuluFm....:::::. HosGeldinizz.............!
  Dini Bölüm
 

HOŞGELDİNİZ
BU BÖLÜMDE
DİNİ YÖNDEN HER TÜRLÜ BİLGİ BULUNMAKTADIR
EĞER BULAMADIĞINIZ YADA ARADIĞINIZ BİR ŞEY VARSA YORUM YAPIN

AŞAĞIDADIR

 

 

 

 

Üstünlük Ölçümüz Takva mı?




 

 

 

İnsanın yaşama dair bakış açısının oluşmasında ve toplumsal ilişkilerin konumlandırılmasında üstünlük kavramının önemli bir yeri vardır. Her toplumun üstünlük konusunda kendine göre değer yargıları bulunur. Kimi toplumlarda ırksal üstünlük anlayışı ön planda olabildiği gibi, kimi toplumlarda üstünlüğün kaynağı maddi varlık, kimisinde de makam mevki, ün şan gibi ölçüler olabilmektedir. İslam, tüm bu batıl üstünlük ölçülerini yerle bir ederek üstünlük ölçülerini takva ve ilimle sınırlandırmıştır. Kur’an, erkek ya da kadın olmanın, veya şu ya da bu ırktan gelmenin kimseye bir üstünlük sağlamadığını vurguladıktan sonra “Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır” ölçüsüyle ve “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” yaklaşımıyla üstünlük konusunda toplumlarda yer etmiş batıl ölçüleri yerle bir etmiştir.

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat 49/13)

Şimdi bir düşünelim: Bu ölçünün insana sunduğu fırsatı, hangi beşeri değer yargısı sunabilir? Üstünlük kavramını soy-sop, mal-mülk, şan-şöhret tekelinden kurtarıp sadece takvaya ve ilme hasreden bir ölçüyü insanoğlu İlahi öğreti dışında başka nerede bulabilir?

Hz. Peygamber, bu Kur’ani ölçüyü Veda Hutbesi’nde ümmetine ve tüm insanlığa şu şekilde ilan etmişti:

“Ey insanlar! Hepiniz Adem’den, Adem de topraktandır. Hepiniz toprağın zerreleri gibi eşitsiniz. Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap olana takva dışında herhangi bir üstünlüğü yoktur”

Şimdi bu ölçüler karşısında kendi muhasebemizi yapalım: Üstünlük değerlendirmelerimizde bu Rabbani ölçüyü mü esas alıyoruz, yoksa beşeri değer yargılarının etkisiyle mi hareket ediyoruz?

Bu arada şunu da belirtelim ki, İslam’ın ortaya koyduğu üstünlük anlayışında ayrıcalık mefhumu asla söz konusu değildir. İslam, yukarıdaki hadis-i şerifte de görüldüğü gibi insanları toprağın zerreleri gibi eşit görür. Takva ve ilim, kendilerine sahip olan insanları Allah katında diğer insanlardan üstün kılar ama bu üstünlük, beşeri değer yargılarında olduğu gibi o insanlara diğer insanlar karşısında bir ayrıcalık tanımaz. Zaten, İslam’ın en temel değerlerinden biri olan adalet söz konusu olduğunda, ayrıcalığın zerresinden bile bahsetmek imkânsızdır. Bu konuda Hz. Peygamber’in şu tavrı son derece öğreticidir:

“Hz. Aişe (r.a) der ki: Kureyşliler, hırsızlık etmiş olan Mahzumili kadının durumu ile cidden ilgilenmişler ve bunu önemsemişlerdi. Acaba, bu hususta Hz. Peygamber ile kim konuşabilir diye soruşturuyorlardı. Peygamber’in en çok sevdiği Zeyd oğlu Usame’den başka kimse konuşmaya cesaret edemez dediler. Bunun üzerine Usame, kadının bağışlanması için Hz. Muhammed (s.a.v) ile konuştu. Peygamberimiz (s.a.v) de: ‘Allah’ın hükümlerinden bir hüküm, sınırlarından bir sınır için mi şefaat diliyorsun?’ diye kendisine seslendikten sonra kalktı, yine insanlara şöyle hitap etti: ‘Sizden önceki kavimler helak oldular. Çünkü onlar içlerinden ileri gelen biri hırsızlık yaptığı zaman cezalandırmadan bırakırlardı. Fakat zayıf, himayesiz biri hırsızlık yaptı mı, cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, hırsızlık yapan, Muhammed’in kızı Fatıma olsa bile elini keserim’.”

Evet, İslam soy sop, para, mülk, şan şöhret gibi mefhumların insanlar arasında üstünlük ve ayrıcalık kaynağı olmasını kesinlikle reddetmiştir. Reddetmekle de kalmamış, bu batıl anlayışları kökünden kazıyıp yok etmeyi amaç edinmiştir. İslam, üstünlüğün ancak takva ve ilimle söz konusu olabileceğini ilan etmiş, fakat bunun da bir ayrıcalık vasıtasına dönüşmesine müsaade etmemiştir.

İslam’ın insanlar arasında ayrıcalık tanımadığını ve tüm insanların Allah katında aynı derecede değerlendirildiğini, ibadetler çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Namazda, oruçta, hacda ve İslam’ın diğer ibadetlerinde yönetici-yönetilen, patron-işçi, devlet başkanı-halk gibi ayrımlar olmaksızın insanların eşit sorumluluğa tabi tutulduğu bilinmektedir. Mesela namazda yönetenler-yönetilenler, zengin-fakir aynı safta bulunmakta ve aynı anda rüku ve secdeye varmaktadır. Yani namaz kılarken devlet başkanı da vatandaş da secdeye birlikte vararak eşit olduklarını deklare etmektedirler. Bu, yeryüzünde başka hiçbir dünya görüşünde rastlanılamayacak olan, İslam’a has bir yüceliktir.

Bugün insanların değer verdiği üstünlük ölçüleri ise, keyfiyetten ziyade kemmiyete dayalıdır. Genellikle çoğunluğun yönelimleri, gerçeğin ölçüsü olarak görülmektedir. Kitle psikolojinin insanlar üzerindeki etkisi bilinmektedir. Gerek fert bazında, gerekse toplumsal bazda insanların tercihlerinde ve davranışlarında bu psikolojinin yönlendirici gücü önemli bir yer tutuyor. İnsanların yaşam tarzlarının oluşması ve siyasi tercihlerinin belirlenmesi başta olmak üzere tüm yapıp ettiklerinde çoğunluğun tercihlerinin etkisi gözlenmektedir.

Çoğunluğun bir şeyi tercih ediyor olması diğer insanların da o şeye teveccüh etmeleri sonucunu doğuruyor. Normalde yanlış görülen/görülmesi gereken bir fiil, çoğunluk tarafından işlendiğinde adeta meşruiyet kazanmakta ve normalleşmektedir. Mesela yaşadığımız coğrafyada rüşvet olayı o kadar yaygınlık kazanmış durumdadır ki, bu yaygınlık rüşvete toplumun gözünde bir “normallik” ve “meşruiyet” kazandırmış bulunmaktadır.

Çoğunluk psikolojisinin tarihi süreçte geleneksel İslam anlayışları üzerinde yaptığı tahribatlar da bu konuda örnek verilebilir. Bir çoğunluk davranışı haline geldiğinden vakit namazlarını kılınmaması toplumda son derece olağan karşılanırken, çoğunluk tarafından eda edildiği için cuma namazına gitmemek ve oruç tutmamak normal bir tavır olarak kabul edilmemektedir. Oysa ölçüler açısından bu iki ibadetin terki arasında hiçbir fark yoktur. Üstelik toplumdaki psikolojinin aksine namaz ibadetine Kur'an'ın verdiği önem daha fazladır. Bu örnek, kitle psikolojisinin insanlar üzerindeki olumsuz etkileri bertaraf edilmeyince, nasıl insanları din konusunda bile yanıltabilecek kadar toplumlar üzerinde etkili olduğunu ortaya koyuyor.

Kur’an çoğunluk psikolojisinin aldatıcılığını bir çok ayetiyle ortaya koymaktadır. Kur’an, çoğunluğun gerçeğin ve meşruiyetin ölçüsü olamayacağını belirtmektedir. Yeryüzündeki insan çoğunluğuna, ülkemiz insanına ve çevremize göz atalım, gördüğümüz manzara bize şu ayet-i kerimeyi hatırlatmıyor mu:

“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye uymazlar ve onlar sadece yalan uydururlar.” (En’am 6/116)

Görüldüğü gibi Yüce Rabbimiz çoğunluğa uymanın insanı doğru yola götürmek bir yana aksine doğru yoldan saptırabileceğini belirtmektedir. Tarih boyu Allah’ın yoluna sadakat gösterenlerin azınlıkta kaldığı, çoğunluğun ise çeşitli yanlış yollara sapmış olduğu da zaten Kur’an’ın haber verdiği acı bir gerçektir. Kur’an’ın, çoğunluğun bir yol üzerinde bulunmasının o yolun doğru olduğu anlamına gelemeyeceği tespitini yaparken vurguladığı önemli bir husus da, tarih içerisinde insanların çoğunun bilgi ve bilinçten ziyade zanna tabi oldukları tespitidir. Daha önce de vurguladığımız gibi, Kur’an, insanlardan hakkında bilgi sahibi olmadıkları bir şeye uymamalarını istemekte, bunu yaptıkları taktirde bundan sorumlu olacaklarını bildirmektedir:

“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra 17/36)

Kur’an-ı Kerim’de, Allah’tan gelen kesin bilgi dururken zanna uyan insanlar yermekte, insanlar tefekküre, araştırmaya ve sorgulamaya davet edilmektedir.

Yeri gelmişken şunu da belirtelim ki, demokrasiyle İslam’ın temel farklılık noktalarından biri de, demokrasinin temel ölçü olarak çoğunluk iradesini, İslam’ın ise vahyi kabul etmesidir. Yani, İslam mutlak egemenliği Allah’a dayandırırken, demokrasi insanlara dayandırmaktadır. İslam’a göre, yeryüzünde bulunanların tamamı karşı çıksa bile hakikatin ölçüsü değişmez. O da vahiydir. İnsanların hepsi karşı gelse bile bu, vahyin temel kaynak olması gerektiği gerçeğini değiştirmez. Oysa demokrasi, insanların çoğunluğu tarafından verilen kararı temel ölçü olarak kabul etmektedir. İslam’la demokrasiyi bağdaştırmaya çalışanların temel yanılgısı ise, onların demokrasiyi sadece yöneticilerin belirlenmesinde başvurulan bir yöntem olarak görmeleridir. Bu yanılgı, bazı kimseleri demokrasinin İslam’la bağdaştığını düşünme yanlışına düşürmektedir. Doğrusu ise, demokrasinin de tıpkı İslam gibi kendine has ölçü ve değer yargılarına sahip olduğu ve gerçeğin ölçüsünü vahye değil insana bağladığıdır.








Harut ve Marut




 

 

 

“Şeytanların Süleyman'ın hükümdarlığı hakkında söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kafir değildi, ama insanlara sihri öğreten şeytanlar kafir olmuşlardı. Babil'de, melek denilen Harut ve Marut'a bir şey indirilmemişti. Bu ikisi "Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın inkar etme" demedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi. Halbuki bu ikisinden, koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Oysa Allah'ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezlerdi. Kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı. And olsun ki, onu satın alanın ahiretten bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi!” (Bakara 2:102)

...
Muhakikler (araştırmacılar) Harut ve Marut’un Babil’de -ki burası Irak’ta Fırat nehri üzerinde bulunan bir şehirdir.- dış görünüşleriyle salah ve takva sahibi olarak tanınan ve halka sihir öğreten iki insan oldukları görüşündedirler. İnsanların saf inançları bu iki kişi hakkında öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, onların semadan inmiş iki melek olduklarını ve sihri Allah’tan gelen vahiy ile insanlara öğrettiklerini sanıyorlardı. Bu iki adamın sahtekarlıkları öyle bir dereceye varmıştı ki insanların kendileri hakkındaki saf inançlarını sürdürmelerini sağlamak için kendilerinden sihir öğrenmek isteyen herkese, “Biz bir fitneyiz. Sakın inkar etme”; yani “Kuşkusuz biz imtihan vesilesiyiz; seni deniyor, imtihan ediyoruz ki bununla (sihir öğrenmekle) şükür mü, küfür mü ediyorsun, ortaya çıksın. Biz sana küfre düşmemeni tavsiye ederiz.” diyorlardı. Bunu; halk, bilgilerininilahi, sanatlarının ise ruhani olduğunu ve aslında iyilik etmekten başka bir maksatları bulunmadığını zannetsinler diye söylüyorlardı. Tıpkı günümüzde de bir takım deccallerin yaptığı gibi. Bunlar da zanlarınca sevgi ve nefret için kendilerine muska yazmayı öğrettikleri kimselere; “Sana evli bir kadını, kocasından başka bir erkeğe yöneltmek için yazmamanı tavsiye ederiz.” Şeklinde evham ve uydurmadan başka bir gerçeği olmayan şeyler söylerler.

Yahudilerin bu hususta bir çok hurafeleri vardı. Öyle ki Harut ve Marut’a, sihir ilminin Allah’tan indiğine ve onların insanlara sihir öğretmek için gelen iki melek olduklarına inanıyorlardı. İşte bunun üzerine Kur’an ayetleri sihrin semadan indiği şeklindeki iddiaları hakkında onları yalanlamak ve hem sihri hem de onu öğrenen ya da öğreten kimseleri zemmetmek için geldi.

“Yuallimune’n-nase’s-sihira ve ma unzile ala’l-melekeyni” ifadesinde geçen “ma” burada, görüşlerin en sahihine göre nafiyedir (olumsuzluk bildirir). “İki Melek” ibaresi ise, burada, o dönemde insanlar arasında cari olan örfe binaen kullanılmıştır. Bu, tıpkı Yunan, Mısır ve diğer kavimlerin tarihlerinden bahseden yazarların eserlerinde iyilik ve kötülük tanrılarının zikredilmesi ve yine tıpkı müslümanların sözlerinde hristiyanları tenkid etmek bakımından tanrının tecessümünden, asılmasından v.s bahsedilmesi gibidir.

“Onlar bu ikisinden koca ile karsının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı.” Sözü sembolik bir anlatımdır ve böylelikle yapılan iş en çirkin şekliyle ortaya konmuş olmaktadır. Yani yaptıkları bu iş öyle bir raddeye gelmişti ki, artık karı-koca gibi toplumun en güçlü birimi olan aileyi onunla parçalama imkanını elde etmeyi, çeşitli hileleri ve bozgunculuğun yollarını öğreniyorlardı.
Özet olarak bu ayetin manası başından sonuna kadar şu şekilde anlaşılmaktadır:

Yahudiler Kur’an’ı yalanladılar ve ondan yüz çevirdiler. Kur’an’a karşılık Hz. Süleyman ve mülkü hakkında, onların çarpık zihniyetli alimlerinden işittikleri hurafeler ve efsaneleri(1) yaymaya çalıştılar. Hz. Süleyman (as)’ın küfre girdiğini iddia ettiler. Oysa Hz. Süleyman (as) küfre girmemişti. Fakat onların tabi oldukları şeytanları (önderleri) küfre girdiler ve insanlara sihri öğretmeye ve sihrin Harut ve Marut’a indiğini iddia etmeye başladılar. O ikisini melek olarak isimlendirmişlerdi. Onlara hiç bir şey indirilmediği halde, insanlara kendilerinin salihlerden oldukları zannını yerleştirdiler. Halkın, onları iyilik etmekten başka maksatları olmayan ve kendilerini küfürden korumaya çalışan kimseler olduklarını sanmaları için uğraştılar. O ikisinden öğrendikleri hile ve desiseler, kendilerinin insanlar arasına tefrika sokabileceklerine halkı inandıracak derecedeydi.

Görüyorsunuz ki ifadelerin hepsi burada zemm (kınama, yerme) içindir ve ayetin Harut ve Marut’un medhi, övgüsü hakkında varid olduğu düşüncesi doğru değildir. Bunların yani yukarıdaki sözlerimizin doğruluğuna, Kur’an’ın Allah indinden insanlara bir şey öğretmek için -peygamberlere indirilen vahiy dışında- yeryüzüne melek indirildiğini reddetmesini gösterebiliriz. Kur’an, insanlara talim için kendi cinsinden birinin gönderildiğini sarih nasslarla ortaya koymaktadır: “Senden önce, insanların dışında elçi göndermedik; onlara vahyediyorduk. Bilmiyorsanız zikir/vahiy ehline sorunuz.” (Enbiya 21:7) Yine Melek indirilmesi şeklindeki istekleri Kur’an geri çevirmiştir: "Ona bir melek indirilmeli değil miydi!," diyorlar. Bir melek indirseydik, iş bitirilmiş olurdu. Onlara zaman da verilmezdi.” (En’am 6:8) Furkan Suresinde de Allah teala şöyle buyurmaktadır: “Söyle dediler: "Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, sokaklarda gezer? Ona, beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya! Yahut, kendisine bir hazine verilseydi, veya besleneceği bir bahçe olsaydı ya!" Bu zalimler, inananlara: "Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz" dediler. Sana nasıl misaller getirdiklerine bir bak! Onlar sapmışlardır, yol bulamazlar.” (Furkan 25:7-9)

Çeviren: Dücane Cundioğlu/Kelime Dergisi

 

 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol